26 Mart 2012 Pazartesi

içlerinde kül taşıyan ağaçlar ve kadınlar

Sinop'a uzaklığı bir saat olan Ayancık ilçesine geçtiğimiz yaz gitme fırsatı buldum. Adını hala koyamadığımız motorumuzla Karadeniz turu yaparken,ormanlar, keskin ve bitimsiz virajlar, dağlar aşarak Ayancık'a ulaştık.Yol virajlı, tek şerit üstelik hiçbir dalgınlığa müsade etmeyen darlığıyla da beni epey tedirgin ettiği için homur homur homurdanarak ne güzelim ağaçların, ne de görmeye alışık olmadığım denize dik uzanan dağların keyfini çıkarabildim.  Sahil yolu yapım aşamasında olduğundan tozu dumana katarak, sallana sallana, kum, taş, çakıl, kavun artık ne taşıyorlarsa kamyonlarla birlikte neyseki Kuğuyalısı isimli pansyiyona kendimizi attık.

Pansiyon sahibi bir ağacı kesmemek için kendi evini bu ağacın etrafına kurmuştu. İçinden ağaç geçen evi ilk kez o zaman görmüştüm. Bu bildiğimiz ağaçevlere benzemeyen, dalları balkondan uzanan, kafasını çatıdan çıkaran bir ağaçtı. Nasıl bir sistem kurdu, işin mühendislik kısımları neydi bilmiyorum ama içinden ağaç geçen bir ev görmenin şaşkınlığıyla, hiç tanımadığım o adama sarılmak istemiştim. hani bazen insanın içinden geçerya 'şöyle denize nazır bir evim olsa' diye, işte o zaman öyle demiştim biraz bozarak bu dileği  'içinden ağaç geçen bir eve nazır evim olsa.'.

Daha bu güzelim şaşkınlığı atamadan üstümden, bir başka garip ağaçla karşılaşmam çok uzun zaman almadı. sahile inip havlularımızı serdik. o gün biraz dalgalı olan sulara bakmaktı benim bütün niyetim. oldum olası denizden kendime devşirebildiğim ancak izlemek olduğu için başka türlüsünü istememiştim. etrafa bakınırken bir çınar ağacının büyüklüğüne, yeşilliğine diktim gözlerimi. buraya kadar her şey normal değil mi? ama değil. çünkü bu ağaç onca büyüklüğüne rağmen, görkemine, inatçı yeşilliğine rağmen içinde kül taşıyan bir ağaçtı. geçtiğimiz kış yıldırım düşmüş bir çınar ağacı, gövdesinin ortasında koca bir yarıkla kendini büyütüyordu. ağacın içinde taşıdığı dirence, yaşamak için gösterdiği dirayete hayran olmamak mümkün değildi. o ağaç yaşıyor muydu bilmiyorum, zaten ölmüştü de göstermiyor muydu hiç bilmiyorum.

ama ben içinde kül taşıyan, yıldırım mağduru, inatçı bir çınar ağacına kollarım yettiğince sarıldım, onu biliyorum.
ölmekteyse bile hissetsin istemiştim, onu sevmiş olmamın sıcaklığını, çünkü ben hissetmiştim onun yangınını..

Gamlı prenses

Tezer Özlü'nün 1983'te 'Bir İntiharın İzinde' adıyla yazdığı, dilimize bir sene sonra 'Yaşamın Ucuna Yolculuk' olarak çevrilen kitabını okuyorum ve uyumadan önce okunmasa iyi olurmuş gibi geliyor bana.

Yaşamın ucuna yolculuk yapan bu kadının yolları, bulutları, gökyüzünü, mısır tarlalarını izlerken duyduğu hayranlığın beni uyutmaması beklediğim bir şey ama içine sancılar katılmış uykusuzluklar gelince başıma, yatağın içinde döne döne oluşturduğum çukur giderek büyüyor ve tutunmasam beni yutacak zannediyorum. Çünkü öylesine güçlü sıralıyor ki bu kadın duygularının sözcük karşılıklarını.. Yalnızlığından, bağımsızlığından aldığı kuvvete imrenirken bir anda alaşağı ediyor insanı, neye uğradığını şaşırıyorsun. Kafka'nın mezarını ziyaret ettiğinde bu incecik kadın şunları söylüyor da, üzerinize Kafka'nın babası oturmuş gibi hissediyorsunuz. " Neden buradaki yeşil, yabansı sesizlik şimdi sana içinde yaşamak zorunda bırakıldığın dünyayı unutturuyor. Aynı dünyanın en derin acısını Kafka çektiği için mi rahatsın onun mezarı başında. Hiçbir yere gitmek istemezcesine. Babası, ardından da annesi aynı mezara gömülmüş. Şimdi Viyana'da Kafka'nın babasına mektubunu düşünüyorsun. Yaşamı süresinde baskısı üzerinden kalkmayan babanın, mezarda da onun üzerine yattığını.." O an kitabın üzerinde dondurduğum bakışlarım, kulaklarımda bir uğultu ile hem Özlü'nün acısını, hem Kafka'nın ezilişini duyuyorum.

Bu kadının iğde yumuşaklığını seviyorum, bu kadının Pavese'nin 'kendini bir buz parçası içindeki balığa' benzetişini sevmesini de seviyorum ve sonra bu kadının 42 yaşındaki omuzuna yaslanmak istiyorum, içimden geçirerek tüm mısır tarlalarını ve bulutları..  

Tehlikeli Oyunlar Okumaları:Birinci Bap


















"Kızı üzmüyorsun ya Hikmet?" diye mırıldandı Hüsamettin bey.

"Üzüyorum albayım. Sonra gidip ne diller döküyorum bilseniz. 'Neyin var canım?' filan diyorum. Daha neler söylüyorum. Gözlerine filan bakıyorum. Siz gerçekten doğru söylüyorsunuz albayım: ben adam olmam. Ben, tek başıma yaşamalıyım; başkalarını zehirlememeliyim. Dama çıkıp ulumalıyım kurtlar gibi."

"Kediler," dedi albay; "miyavlarlar." Hikmet gülümsedi; "sizi de bu mizah duygusu kurtarıyor albayım." Ellerini iki yana açtı: "Ne yapalım? Şehir kurtları da yer darlığı dolayısıyla dama çıkıyor.

Kendime engel olamıyorum: yanımda sıcak bir varlık bulunca bencil oluyorum.

Sevmek Zamanı