Sinop'a uzaklığı bir saat olan Ayancık ilçesine geçtiğimiz yaz gitme fırsatı buldum. Adını hala koyamadığımız motorumuzla Karadeniz turu yaparken,ormanlar, keskin ve bitimsiz virajlar, dağlar aşarak Ayancık'a ulaştık.Yol virajlı, tek şerit üstelik hiçbir dalgınlığa müsade etmeyen darlığıyla da beni epey tedirgin ettiği için homur homur homurdanarak ne güzelim ağaçların, ne de görmeye alışık olmadığım denize dik uzanan dağların keyfini çıkarabildim. Sahil yolu yapım aşamasında olduğundan tozu dumana katarak, sallana sallana, kum, taş, çakıl, kavun artık ne taşıyorlarsa kamyonlarla birlikte neyseki Kuğuyalısı isimli pansyiyona kendimizi attık.
Pansiyon sahibi bir ağacı kesmemek için kendi evini bu ağacın etrafına kurmuştu. İçinden ağaç geçen evi ilk kez o zaman görmüştüm. Bu bildiğimiz ağaçevlere benzemeyen, dalları balkondan uzanan, kafasını çatıdan çıkaran bir ağaçtı. Nasıl bir sistem kurdu, işin mühendislik kısımları neydi bilmiyorum ama içinden ağaç geçen bir ev görmenin şaşkınlığıyla, hiç tanımadığım o adama sarılmak istemiştim. hani bazen insanın içinden geçerya 'şöyle denize nazır bir evim olsa' diye, işte o zaman öyle demiştim biraz bozarak bu dileği 'içinden ağaç geçen bir eve nazır evim olsa.'.
Daha bu güzelim şaşkınlığı atamadan üstümden, bir başka garip ağaçla karşılaşmam çok uzun zaman almadı. sahile inip havlularımızı serdik. o gün biraz dalgalı olan sulara bakmaktı benim bütün niyetim. oldum olası denizden kendime devşirebildiğim ancak izlemek olduğu için başka türlüsünü istememiştim. etrafa bakınırken bir çınar ağacının büyüklüğüne, yeşilliğine diktim gözlerimi. buraya kadar her şey normal değil mi? ama değil. çünkü bu ağaç onca büyüklüğüne rağmen, görkemine, inatçı yeşilliğine rağmen içinde kül taşıyan bir ağaçtı. geçtiğimiz kış yıldırım düşmüş bir çınar ağacı, gövdesinin ortasında koca bir yarıkla kendini büyütüyordu. ağacın içinde taşıdığı dirence, yaşamak için gösterdiği dirayete hayran olmamak mümkün değildi. o ağaç yaşıyor muydu bilmiyorum, zaten ölmüştü de göstermiyor muydu hiç bilmiyorum.
ama ben içinde kül taşıyan, yıldırım mağduru, inatçı bir çınar ağacına kollarım yettiğince sarıldım, onu biliyorum.
ölmekteyse bile hissetsin istemiştim, onu sevmiş olmamın sıcaklığını, çünkü ben hissetmiştim onun yangınını..
26 Mart 2012 Pazartesi
Gamlı prenses
Tezer Özlü'nün 1983'te 'Bir İntiharın İzinde' adıyla yazdığı, dilimize bir sene sonra 'Yaşamın Ucuna Yolculuk' olarak çevrilen kitabını okuyorum ve uyumadan önce okunmasa iyi olurmuş gibi geliyor bana.
Yaşamın ucuna yolculuk yapan bu kadının yolları, bulutları, gökyüzünü, mısır tarlalarını izlerken duyduğu hayranlığın beni uyutmaması beklediğim bir şey ama içine sancılar katılmış uykusuzluklar gelince başıma, yatağın içinde döne döne oluşturduğum çukur giderek büyüyor ve tutunmasam beni yutacak zannediyorum. Çünkü öylesine güçlü sıralıyor ki bu kadın duygularının sözcük karşılıklarını.. Yalnızlığından, bağımsızlığından aldığı kuvvete imrenirken bir anda alaşağı ediyor insanı, neye uğradığını şaşırıyorsun. Kafka'nın mezarını ziyaret ettiğinde bu incecik kadın şunları söylüyor da, üzerinize Kafka'nın babası oturmuş gibi hissediyorsunuz. " Neden buradaki yeşil, yabansı sesizlik şimdi sana içinde yaşamak zorunda bırakıldığın dünyayı unutturuyor. Aynı dünyanın en derin acısını Kafka çektiği için mi rahatsın onun mezarı başında. Hiçbir yere gitmek istemezcesine. Babası, ardından da annesi aynı mezara gömülmüş. Şimdi Viyana'da Kafka'nın babasına mektubunu düşünüyorsun. Yaşamı süresinde baskısı üzerinden kalkmayan babanın, mezarda da onun üzerine yattığını.." O an kitabın üzerinde dondurduğum bakışlarım, kulaklarımda bir uğultu ile hem Özlü'nün acısını, hem Kafka'nın ezilişini duyuyorum.
Bu kadının iğde yumuşaklığını seviyorum, bu kadının Pavese'nin 'kendini bir buz parçası içindeki balığa' benzetişini sevmesini de seviyorum ve sonra bu kadının 42 yaşındaki omuzuna yaslanmak istiyorum, içimden geçirerek tüm mısır tarlalarını ve bulutları..
Yaşamın ucuna yolculuk yapan bu kadının yolları, bulutları, gökyüzünü, mısır tarlalarını izlerken duyduğu hayranlığın beni uyutmaması beklediğim bir şey ama içine sancılar katılmış uykusuzluklar gelince başıma, yatağın içinde döne döne oluşturduğum çukur giderek büyüyor ve tutunmasam beni yutacak zannediyorum. Çünkü öylesine güçlü sıralıyor ki bu kadın duygularının sözcük karşılıklarını.. Yalnızlığından, bağımsızlığından aldığı kuvvete imrenirken bir anda alaşağı ediyor insanı, neye uğradığını şaşırıyorsun. Kafka'nın mezarını ziyaret ettiğinde bu incecik kadın şunları söylüyor da, üzerinize Kafka'nın babası oturmuş gibi hissediyorsunuz. " Neden buradaki yeşil, yabansı sesizlik şimdi sana içinde yaşamak zorunda bırakıldığın dünyayı unutturuyor. Aynı dünyanın en derin acısını Kafka çektiği için mi rahatsın onun mezarı başında. Hiçbir yere gitmek istemezcesine. Babası, ardından da annesi aynı mezara gömülmüş. Şimdi Viyana'da Kafka'nın babasına mektubunu düşünüyorsun. Yaşamı süresinde baskısı üzerinden kalkmayan babanın, mezarda da onun üzerine yattığını.." O an kitabın üzerinde dondurduğum bakışlarım, kulaklarımda bir uğultu ile hem Özlü'nün acısını, hem Kafka'nın ezilişini duyuyorum.
Bu kadının iğde yumuşaklığını seviyorum, bu kadının Pavese'nin 'kendini bir buz parçası içindeki balığa' benzetişini sevmesini de seviyorum ve sonra bu kadının 42 yaşındaki omuzuna yaslanmak istiyorum, içimden geçirerek tüm mısır tarlalarını ve bulutları..
Tehlikeli Oyunlar Okumaları:Birinci Bap
"Kızı üzmüyorsun ya Hikmet?" diye mırıldandı Hüsamettin bey.
"Üzüyorum albayım. Sonra gidip ne diller döküyorum bilseniz. 'Neyin var canım?' filan diyorum. Daha neler söylüyorum. Gözlerine filan bakıyorum. Siz gerçekten doğru söylüyorsunuz albayım: ben adam olmam. Ben, tek başıma yaşamalıyım; başkalarını zehirlememeliyim. Dama çıkıp ulumalıyım kurtlar gibi."
"Kediler," dedi albay; "miyavlarlar." Hikmet gülümsedi; "sizi de bu mizah duygusu kurtarıyor albayım." Ellerini iki yana açtı: "Ne yapalım? Şehir kurtları da yer darlığı dolayısıyla dama çıkıyor.
Kendime engel olamıyorum: yanımda sıcak bir varlık bulunca bencil oluyorum.
"Üzüyorum albayım. Sonra gidip ne diller döküyorum bilseniz. 'Neyin var canım?' filan diyorum. Daha neler söylüyorum. Gözlerine filan bakıyorum. Siz gerçekten doğru söylüyorsunuz albayım: ben adam olmam. Ben, tek başıma yaşamalıyım; başkalarını zehirlememeliyim. Dama çıkıp ulumalıyım kurtlar gibi."
"Kediler," dedi albay; "miyavlarlar." Hikmet gülümsedi; "sizi de bu mizah duygusu kurtarıyor albayım." Ellerini iki yana açtı: "Ne yapalım? Şehir kurtları da yer darlığı dolayısıyla dama çıkıyor.
Kendime engel olamıyorum: yanımda sıcak bir varlık bulunca bencil oluyorum.
23 Mart 2012 Cuma
Plazma küresi ya da "damımıza kar yağdı"
Plazma maddenin, katı, sıvı ve gazdan sonraki dördüncü halidir.Gaz halindeki bir maddeye, elektronları atomlarından koparabilecek düzeyde enerji verildiğinde, madde plazma haline geçer, yani iyonlaşmış gaza dönüşür.Maddeyi plazma haline getiren yüksek sıcaklık, yüksek voltaj ya da yüksek basınçtır.
Eğer gaz olsam, havanın yarattığı yüksek sıcaklık, çalışıyor olmanın verdiği yüksek voltaj ve yayın yönetmenimin uyguladığı yüksek basınç nedeniyle plazma haline dönüşebilirdim. Çabuk gaza gelen bir insan olsam da neyse ki gaz değilim.
Tam bu plazma küresini incelerken aklıma geldi Kahtalı Mıçı’dan “damımıza kar yağdı” türküsü. Haftanın son günü olmasının ve meclisi toplayıp içecek olmanın rahatlığı ile ofise döndüm ve dakika bir gol bir; elinde bir kağıt ile geldi yanıma yayın yönetmenim. “Yarın izlemen gereken bir basın toplantısı var” dedi…Demek ki bu türkünün dilime dolanması tesadüf değilmiş.Korku bir kez daha kendini gerçekleştirdi işte.
Nedir bu “damımıza kar yağdı”
okuram kalem yazmaz
içerim babam kızmaz
bana sarhoş demeyin
bu mektubum okunmaz
damımıza damımıza kar yağdı
bu keyf haftaya kaldı
zor bela sabır ettik
bu günde yağmur yağdı
meclisimiz birleşsin
kimse bir şey demesin
bu akşam içecegiz
isterse dolu yağsın
doldur saki içelim
kendimizden geçelim
kadehler rakı dolsun
sefamızı sürelim
içerim babam kızmaz
bana sarhoş demeyin
bu mektubum okunmaz
damımıza damımıza kar yağdı
bu keyf haftaya kaldı
zor bela sabır ettik
bu günde yağmur yağdı
meclisimiz birleşsin
kimse bir şey demesin
bu akşam içecegiz
isterse dolu yağsın
doldur saki içelim
kendimizden geçelim
kadehler rakı dolsun
sefamızı sürelim
Hava şartları nedeniyle sürekli iptal edilen, dost meclisinin artık canına tak etmesi sonucu dolu yağsa bile gerçekleştirilecek olan bir organizasyonun müjdecisidir bu türkü. Bıyık donduran soğukların olduğu bir uzak diyarda yaşanır belli ki bu sıkıntı. Aslında türküde bahsi geçen şahıslar normal insan evladı gibi kapalı bir mekânda içmeyi akıl edebilseymiş tüm bu sorunlar da yaşanmayacakmış. Kışın ortasında damda içme ısrarının acı sonuçları işte. Benim bile yüreğim sıkıştı bu türküyü dinlerken. Kendimi o meclis üyeleri yerine koydum. Damına kar yağmış bir bireyin yaşadığı sıkıntıyı ta iliklerimde hissettim. Hissetmez olaydım. Tam Deniz ile kararlaştırdık buluşur birer! bira içeriz diye bu sefer o karlar basın toplantısı görünümünde bizim damımıza yağdı. Patron, iş arkadaşı, sigorta demeden oturdum ofisin ortasında ağladım.
22 Mart 2012 Perşembe
Efsunlu gece, Pesüs ve Komet olamamak üzerine
Komet ve Cansever çok içkili bir halde, Boğaz’da bir yerden bir yere devrile devrile giderken (Cansever uzun şiir ezberleyemediğinden), Komet ona şiirlerini okurmuş. Ne güzel…
Zaman mefhumumuzu kaybettiğimiz –şimdi nasıl tarif edebildiğimi sormayın sakın- zamanlarda, çok inişli çıkışlı, bol içkili günlerde, en çok Moda sahilinde yürürken böylesi devrilmelerin ardından ağladım. Şiir okuyan kimse yoktu ancak bolca küfür ediyorduk. Karşımızda, isimlerini bir türlü doğru sırayla sayamadığımız camileriyle, Beyazıt… Beyazıt’ı izleye izleye çok içtik, güzel içtik. Ağladık içtik, güldük içtik.Benden bir Komet çıkmasının mümkün olmadığı zamanlar işte. Elimde “Sonrası Kalır” açıp açıp hep Pesüs’ü okurdum. O şiiri o kadar çok okudum ki normal şartlar altında çoktan ezberlemiş olmam gerekirdi.Fil hafızam vardır benim ama sevdiğim şiirleri, filmleri, hatırlamam hiçbir zaman.Hatırlamam çünkü onlarla her karşılaştığımda onları sanki ilk defa görüyormuşum gibi şaşırmak isterim güzelliklerine.Pesüs’ten aklımda kalan yalnızca “Ben denizin kumları üzerinde durdum” dizesidir.Ezberlemiş olsaydım Olimpos’ta yaşadığım o efsunlu gecede muhakkak eşlik ederdi bana Pesüs…2007, Olimpos sahili, yarısı.Çirkin bir kırmızı şarap var yanımda, iki arkadaş ve o zaman beraber olduğum adam.Tepemde sonsuz uzay ve gezegenler, karşımda Akdeniz.Ben o doğanın karşısında öyle aciz hissettim ki kendimi bu acizlik bana sonsuz bir mutluluk verdi.Ben o sahili de, bana mutluluk veren acizliği de hala hatırlarım. Yolları ayırdığımız sevgili de, içtiğim o berbat şarap da, karşısında durduğum deniz kadar çarpmadı beni. Ben o denizin kumları üzerinde durmuştum…
21 Mart 2012 Çarşamba
Tezer ve ağaçsızlık üzerine
Çok ağaçlı bir ağaç sürüsünün üstünden
Kesilmiş limon dilimleri gibi düşüyor güneş
Votka bardağımın içine
Benim olmayan bir sevinç duyuyorum.
E.CANSEVER
Tezer Aşiyan'da yatıyor şimdi, üzerinde kocaman bir ağaç varmış.Mış, mış, mış…Mışıl mışıl uyuyor mu şimdi Tezer?
Bakışları diyor ki Tezer’in “benim ağaçlara ilişkin bildiğim bir şeyler var”.Diyorsun ki “anlat Tezer bizlere de anlat.”Tezer çok ölü bugün, dün de çok ölüydü ve yarında ölü olacak gibi. O yüzden hiç konuşmuyor ve biz bu sırrın ne olduğunu bilmeden, bir gün bir toprak parçasında belki tepemizde bir ağaç olmaksızın uyuyor olacağız. Ağaçsız kalacağız.
Tezer’in üstüne tek bir kelime dahi etmediği bir derdi var. Tezer çok susuyor bu günlerde. Biz dinlemek istiyoruz onu.Anlatsa bile kulaklarımız bitmiş bizim.Tezer’i duyamayacağız.
Şimdi şu karşıda görünen binaların ardında kalıyor Aşiyan.Mavi, çirkin plazalar var aramızda.İklimi bile değişmiş buranın.Tezer’e ulaşamıyoruz, çünkü ayaklar çok yorgun.
Tezer Aşiyan’da yatıyor şimdi, üzerinde kocaman bir ağaç varmış. Mışıl mışıl uyu Tezer, uykular bitiyor çünkü bir gün...
Tomrisçe
Tomris’in yazdıklarını okuyorum son zamanlarda. Okurken de onun maruz kaldığı zorluklarla bir erkek karşılaşmış olsaydı dayanamazdı herhalde diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Pozitif ayrımcılık falan değil bu, yalnızca kadının toplumsal olarak üstlenmiş olduğu rollerle alakalı. Benim ki yalnızca bir tahayyül, bir akıl yürütme. Turgut Uyar’la evliliğine ilişkin söylediği şeyler üzerine, Kuz “erkek olsam Tomris gibisini arardım” demişti. Dediklerine katılmakla beraber bir ek; erkek olman yetmez, Turgut gibi bir adam olman lazım öyle bir kadını aramak için… Çünkü birazda aklın belirliyor neye ihtiyacın olduğunu, ilişki yalnızca içgüdüsel bir şey değil.
Şu dünyada sevdiği bütün adamlar tarafından anlaşılmamış bir tükürdüğümün tavşanı ben miyim diye düşünürken, tesadüfler eseri karşılaştım Tomris’in ilişkiler üzerine söylediği, bahsi geçen cümlelerle. Bende hemcinsinden çok karşı cins ile arkadaşlık eden kadınlardanım. İyidir erkeklerle aram. Bir saptama, bunun kadın egosunun yüksek olmasından kaynaklı olduğunu söylüyordu. Bilmiyorum, psikolojik olarak hiç öyle bir içe dönüş yaşamadım ama doğru olabilir dediğim gibi bilmiyorum. Şimdi bakıyorum Tomris’e, etrafındaki insanlara, sevdiği adamlara, yaptığı işlere; bir kadının böyle bir insana özenmemesi, hayatta farklı şeyler tercih etmesi absürd geliyor. Onun için kullanılan “yeterli çapkın” ifadesi falan değil kastım, aşk ve sanatla geçen bir hayat işte.
Yazdıklarını okurken hep aynı fotoğrafa bakıyorum; yazlık olduğu çok belli bir evin terasında masanın etrafında toplanmışlar; Tomris, Ece Ayhan, İlhan Berk, Süreya, Nilgün Marmara… İnsanın, Cansever’den alıntılarsak “masa da masaymış ha” diyesi gelen cinsten. Tomris’e sonra geleceğim, Nilgün’e takılıyor aklım. Hani bazı insanlar vardır, ölümü görürsünüz ya gözlerinde işte Nilgün öyle… Baktığı yerde biz yokuz, o fotoğrafı çeken yok, o objektif, o kamera… Nilgün bakıyor ama gördüğü başka bir şey var. O başka şeyin peşinden gidiyor zaten.29 yaşında, “hayatın neresinden dönersek kardır” diyerek bırakıyor kendini boşluğa.
Aynı fotoğrafta, Tomris’in ve Cemal’in arasında İlhan Berk var. Cemal’in sırtı Tomris’e dönük. Tomris’in ilişkilerine dair paylaştığı şu anıyı onaylar gibi; “beni bıraktı ama rahat edemedi. Ona göre bana sahip olunamazdı. Senden ayrıldığım anda, senin hakkında, hikayen hakkında sevdiğimi belirtecek hiçbir şey söylemeyeceğim, benim ağzımdan kimse duymayacak, dedi ve doğrusu hiç yazmadı. ”
Tomris akıllı kadın, Tomris yetenekli kadın, Tomris güzel kadın. Sevdiği ve sevildiği adamlarca hayran olunan bir kadın.İri güzel gözleri var.Nilgün nasıl dünyanın dışında bir yere bakıyorsa, Tomris içine içine bakıyor insanın.
Metin demişti Karaköy’de bira içtiğimiz bir vakit, “ikinci yeniyi ikinci yeni yapan Tomris’tir” diye. Tomris’in önce iyi bir yazar ve çevirmen olduğunu kabul ederek, onayladım bu önermeyi. Çokça güldük ardından. Biralar güzeldi, tesadüf havada…
20 Mart 2012 Salı
Descartes, mojito ve şamfıstığı içleri...
Önümde duran şamfıstığı içleri bile benden daha ait bu mekâna. Etrafımda onlarca güzel giyinmiş kadın ve adam var. Topuklu ayakkabılarının yanında hafif çamurlu postallarım daha çok batıyor gözüme. Mojito’ya abanıyorum bende. Bir yudum mojito iki tane fıstık, iki yudum mojito bir tane fındık.Dık dık dık derken bir anda aklıma niyeyse Rene Descartes’in “Metod üzerine konuşma” kitabı geliyor.Aylarca kapağına bakmadan açtığım kitap…Çok korkuyordum Descartes’in biri “kalk gidelim” derken diğeri “bok yeme otur” diyen gözlerinden.O zamanlar, edebiyat fakültesi, bol çay ve bol sigara.Akşamları Taksim’e uzun yürüyüşler, sabaha yetiştirilmesi gereken işler yoksa muhakkak birkaç bira.Ama bir yandan da girilmesi gereken sınavlar ve bitirilmesi gereken bir okul var.Kitap okunacak seve seve, ister istemez o kapağa bakılacak.Şimdi önce açık seçik ve belirgin fikirler dışında hiçbir şeyi kabul etme, sonra her sorunu çözümü için gerekli parçalara ayır, devamında düşünceleri basitten karmaşığa doğru ayır, en sonunda da gözden kaçmış bir şey olup olmadığını sürekli kontrol et.Bu kadar basit işte, basit de benim anlamam niye o kadar uzun sürmüştü ki?Ben durgun zekalı biri miydim yoksa?İkinci tekrarında verdim ben o dersi, kitap ve kapağıyla geçen kabus dolu gecelerin ardından.En son elimde bira ve kitabımla bir masada oturduğumu hatırlıyorum, alt sınıflara anlatıyordum ballandıra ballandıra; “işte efendim Descartes şöyle büyük bir yöntem filozofudur yok kartezyen felsefe şudur budur”.Aradan yıllar geçti, şimdi iğreti postallarımla, elimde mojito oturuyorum hiç ait olmadığım bir restaurantın ortasında.Sakin ol, önce açık seçik belirgin fikirler dışında hiçbir şeyi kabul etme…Şamfısıtığı içlerinden başla bence…
19 Mart 2012 Pazartesi
Bahar, çiçekler, futbol falan...
Neye benzediğini bir türlü çözemediğim cemre düşmüş.Nereye düştüğü ya da neye benzediği konusunda en ufak bir malumatım yok.Yıllardır peşindeyim, bir gün yakalarsam ağzını burnunu dağıtmayı planlıyorum.Neyse efendim bahar geldi en sonunda...Beresi de, atkısı da yerin dibine batsın diye diye 2 aydır ağlıyorum.Normal kadınlar bahara ilişkin planlar yapadursun ben sabahtan beri internette Galatasaray-Sivasspor maçı için bilet kovalmaktayım.Hayır birilerine jest olsun diye değil, bizzat kendim için.Bildiğin fanatiğim ben, artık dört gözle evlenmemi bekleyen ailemin ellerinden kayıp gidiyorum.İleride doğacak çocuklarımın rızkını maçlarda,birahanelerde yiyip bitiriyorum.Mutsuz muyum peki? Hayır.İleride pişman olmak gibi bir ihtimalim var mı? Asla.Fanatizm güzel bir şey.Aşırıya kaçmadan, başkalarının özgürlüklerini kısıtlamadan.İngiliz futbol mantığı gereğince aslında Fenerbahçe'li olması için gereken bütün zemin halihazırda oluşturulmuş bir Galatasaraylıyım ben...Nasıl mı?
Madde 1:Fenerbahçeli bir baba ki kızlar babalarına hayrandır.
Madde 2:Futbol taraftarlığını aptallık olarak gören bir anne yani çocuğunun tutacağı takım konusunda etkisiz bir eleman.
Madde 3:Fanatik Fenerbahçe'li bir teyze ki teyze anne yarısıdır ama beni teyzem büyüttüğü için yarıdan biraz daha fazla kendisi.
Madde 4:Doğum Yeri-Kadıköy
Madde 5:Doğduğundan beri ikamet ettiği yer-Kadıköy
Tüm bunlar bana sökmemiş olacak ki Galatasaray'lı olmuşum.Pişman mıyım?Asla.Ama Galatasaray'lı olmayı nasıl tercih ettim, inanın hatırlamıyorum.Neyse böyle güzel hayat, bahar, çiçekler, vapurlar, futbol falan.
Geçen kadın fanatikler bayrağını benimle birlikte göndere çeken kuzenimle derbiyi izledik, Taksim'de bir barda.Son dakika direkte patlayan şut nedeniyle galibiyet kaçınca haliyle gerildi sinirler, moraller az biraz bozuldu.En nihayetinde beraberlikle beraber normal lig şampiyonluğumuzu ilan ettiğimiz için sevindik tabi ama bu Fenerbahçe'li kardeşlerimiz tarafından "beraberliğe sevindiler" gibi algılandı.Neyse olur böyle şeyler.Ben nasıl Alex'in golünden sonra aklımı sıçrattıysam, onlar da 90+4 de içlerine kaçtılar.Ben o bakışlarda bunu gördüm.Maçın bitiminden sonra kakara kikiri evin yolunu tutarken, takriben saat 11 civarında, yaşlıca bir çift bize "yenemedik şu Galatsaray'ı" gibi bir laf attı.Kafamı çevirdiğimde çiftimizden erkek olanı gülümseyerek "ben sizden daha uzun yıllardır Galatasaraylıyım" çocuklar diyerek esprisini izahat etme gereği duydu.Dayının bu çıkışını anlayamadım, Galatasaray'lı olduğunu belirtmesi yeterliydi oysa ki, zira 40 yaşından sonra takım tutmaya başlasa bile yaşı gereği zaten bizden uzun bir taraftarlık geçmişi var.Adam 100 yaşında bile olabilir.Konuşmalarından, karısının "bizim Fenerbahçe'li ahbaplarımız var" açıklamasından eğitimli oldukları belli çiftimizin.Hatta Galatasaray'ı onlar bile kurmuş olabilirler.Kuzen, ben de ileride ahbap edineceğim diye hayal kurarken ben de metronun o merdivenlerinde korkunç bir gelecek tezahürü yarattım; o çiftimizin yaşına gelmişim ve Fenerbahçe'yi hala evinde yenememişiz.Yürüyen merdivenlerin sonunda rüzgar yüzüme vurunca geldim kendime..."Ne oldu?" dedi kuzenim, dedim "Baroş'un şutu direkten dönmeseydi, iyi olurdu."
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)